27 Ekim 2010 Çarşamba

"Bir gün öldüreceksin en sonunda sen beni..."

Hiç öğrenmediğimiz değil de, unuttuğumuz hangi dilin hurucuydu karanlık bir ısfın eliyle tutup bıraktığın? Hangi acının ezberinde bir fetret buldun da bir kadeh rakının isliminde boğdun onu? Reha bulmadın, tamam, iyi de bu işvenin cevheri hangi istanbulun kayıp kopçasıydı ki sen avcunda onunla doğdun? Bu nasıl bir armağandır, ablaların en güzeli, ülfetin en hasıyla öper rakı kadehinin hiç açılmamış tarhını? Uyan da sor, ne haldeyiz.

14 Ekim 2010 Perşembe

Dikkat Et, Silahı Var!

Düşmüş meleklerin uğuru da bir yere kadar, parklarda yatıp Ingilizce yazan Alsacelı bir alkoliği kim ne yapsın? Ama bu düşmüşlük bir muskaydı Maxwell'in boynunda. Yeşil kuşanmış elma ağaçlarından daha mutlu olduğunu iddia ederdi, düş yüklü uykuların huzur vermediğini bir de. Kendi haykırışından yine bir haykırışla kovulduğunu düşlerdi. Delilik, derdi, Nisan tazeliğine boğulmuş bir hiperbol aslında. Çocukla kurtizan, diye sorardı, aynı işretin doru halesini sarınmıyor mu? İçki parası için kendi karısını sattığı bir adamın silahından çıkan kurşunlarla öldü. Gafletle günah arasındaki kırık bendi alkolün safrasıyla doldurarak.

1 Ekim 2010 Cuma

Bir de "Alla Marcia Notturna" Çalsana!

Değil mi ki bir koronun heybeti ıssız bir "tuşe"nin kavlak ciğerleri gibi söner, ne kalır geriye? Şimdi sen "Soroçintsıy Panayırı"nı koyduğun yerde bulamıyorsan, Boris Godunov kılığında partiye dönen her mesih ilk içkiye para mı ödeyecek? Hadi ödedi, yarım bıraktığın her "scherzo" bir define haritasının sende kalan parçası olsun, öbür yarının sahibini hangi adla çağıracağız? Yekesi boşalmış bir allegro tutturdun diyelim, şimdi müzikal bir "dimotoiki"nin sınırını sen çiziyorsan, hangi adımla gireceğiz kısmeti bağlı bir ifratın eşiğinden? Çok içtin, Modest Mussorgsky, ilk hasata kadar bitmezse o Hovanşçina partisyonu, kazananı kura belirleyecek çaresiz.

14 Eylül 2010 Salı

"Ben unuttum tüm olanları..."

Avernus Gölü kuruyunca nereye gideceksin? Bir brandy için kaç ölçü ispinoz kıkırdağı gerekirdi? Zapata'ya Yankee Doodle dinlettiğin doğru mu? Sorular, sorular... İç Savaş'ta kuzey tahkimatının peşrev toplarına barut süren askerden Pancho Villa isyanını bir kronikçi abadıyla bezemek için gittiği Meksika'da gaibe karışan gazeteciye kadar bin bir farklı kılıkta içti Ambrose Bierce. Hâlâ Amerikan edebiyatının en büyük karamizah klasiği sayılan "Şeytanın Sözlüğü" yaşama dair en etraflı kavram envanteri olmayı sürdürüyor. Tabii ne karsının ölü bedenini toprağa verirken uykuya dalan Murlock unutuldu, ne de Owl Creek Köprüsü'nde asılırken misket saçmalarını sayan Peyton Farquhar. Öldüğünü söylüyorlar, editörü Kral Radamantos'la yeni bir dekalog yazmak için kırk kasa rom karşılığında anlaştığı yalan mı peki? Kurudu diyelim Avernus Gölü, sonra?

26 Ağustos 2010 Perşembe

Roisin Dubh

Bir İrlanda panteonu yaratmaya Phil Lynott'tan önce niyet eden olmadı. Thin Lizzy'nin o siyahi basçısı, söz yazarı, kronik münzevisi. Gary Moore'la birlikte yaptıkları Black Rose'un şecere ehli dâhisi. Ne Synge'in Batılı playboyu eksikti, ne Joyce'un kaçkın Mulligan'ı, ne her şeyin "en iyisini bilen" George ('Georgie knows best'), ne de IRA bombacısı Brendan Behan. Bir delibozuk hayatın Borstal Boy'u Brendan, ne var ne yoksa içip ölmeden önce, kısılıp kaldığı Laoghaire'in ıstırabını eğirdi yıllar yılı. Liverpool'daki dokları havaya uçurmaya yeltendiğinde, Mountjoy'daki mahpusluğunu anlatırken, veya hasta yatağında kardeşi Brian'ı tevbih ettiği korkunç gülümsemenin tadını çıkardığı sıra, hep aynı şeyi söyledi: "Alkol problemi olan bir yazar değilim, yazmayla sorunu olan bir alkoliğim." O vadesi dolmuş bir Gaelce'nin sırrıyla avunurken, Phil ona hâlâ Black Rose'un kunduz hışmıyla sesleniyor: "Sahi, kaç zamandır neredesin Brendan?"

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Fısıltıyla, Utanarak...

Avurdundaki çizik hangi dilde "perşembe" demek? Yolunu kaybetmiş bir "odradek" olabilir mi? Bütün gece Marcel Duchamp'la birlikte "cassis" içtik diyor ama bu asbest kokusu neyin nesi? Ama bir dakika, tabii ya, bir sonsuzluk şerhi düşmeden geceye, çıkmayan lekelerin adını "macchiaoli" koymadan az evvel, veya André Salmon'un portresindeki iris yırtığını güherçileyle yamadıktan çok sonra, hiç olmadı, sepya bir ıslık çalan tüm alçı kanatlı melekleri yangından kurtarmadan biraz önce, uyku güvez renkli bir tül gibi avuçlarında kapandığı sıra o son şişe "pastis"i de açmış olmalı. İki şeyi bu yolla keşfetti Amedeo Modigliani. Tuvaldeki sancının kalbine teyelli uzak ufkunu ve Jeanne Hébuterne'in bakışındaki ehil yazgıyı. Père-Lachaise'de bir tek bu ikisinin mezarı herkes gittikten sonra salıncak oluyor.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Hiç Değilse Bir Kadeh...

"Çünkü o zamanlar televizyon yoktu" derler, neden Koca Yusuf'tan geriye tek bir "hareketli" kare kalmadığını anlatmak için. Doğru, televizyon yoktu belki, ama sinematograf vardı. Öyle olmasa 34'te Schiavio'nun Çeklere uzatmada attığı golü seyretmek nasıl mümkün olacaktı, Just Fontaine'in hâlâ kırılamayan rekoruna tanıklık etmek ya da... Veya hınca hınç dolu Maracana'da yaşanan Uruguay bozgunu sonrası stadın adının "Maracanaço" olmasına yol açan o sessiz hüznü nasıl görecekti sonraki nesiller? Kaçan gole yazıklanmak yerine, burada hayatın tam doksana giderken çeldiği topun uğuruna bel bağlamalı belki. Yusuf Tunaoğlu'nu bir tek kez topa vururken seyretmemiş onca insan kulaklarına çalınan efsanenin kahramanını bir epope dinler gibi dinler miydi başka türlü? Futbol ecinnisinin kendisine sakladığı bu benzersiz topçu tam on yıl önce bugün öldü. Türkiye'nin "beşinci beatle"ı, anlatılan o ki, hiç elinden düşürmediği kadehiyle daha uzağa işliyor bu ukdenin menzilini. Yetim kalan tüm çilingirlerin selamı olsun. Işık içinde yat, güzel ağabey.