6 Mart 2009 Cuma

Bir El Ver!


Küçük bir duvara iliştirilen bu ilan Viyanalı anarşist arkadaşlarımızın işi. Fotoğraf kıytırık bir cep telefonuyla çekildiği için son derece hızlı altı shot viskiden sonra dünya nasıl görünürse öyle görünüyor. Verili hakikati çok sıkıcı bulan anarşist arkadaşlar da onu söylüyor zaten. Bakmanın ve görmenin tek bir yolu yok. Hayat bir alacak-verecek hesabı, bir kâr-zarar bilançosu, bir siyah-beyaz temaşası değil diyorlar. Alkol, kendi gerçekliği baskın çıkana dek her toprağı eşeler, bütün sunturları zıvanasından sıyırır, pişmiş aşa su katar diyorlar. Bir hayali fenerdi zaman, artık o da yok, geriye bir tek kinesthesis kaldı, onu da dün çorbada kullandık diyorlar. Salak hallerinizdeki istikrar hepsini kıskandırıyor. Sadece kalabalık değil, sersemsiniz de. Mübarek Cuma. Çıkın bir şeyler için.

ekinoks!


Gün-tün eşitliği diye bir kavram vardır ya, unutun gitsin. Gece ve gündüz farkı her dem taze kalsın!

5 Mart 2009 Perşembe

üç kişilik aşk


Barda kurulan ilişkilerin benzersiz faziletlerinden biri, hayatın beklenir kıldığı hiçbir şeyin gerçek olmadığını kavramanızdır. Bu da daha gerçekçi bir insan olmanızın ilk adımı sayılır. Yalnızlığınızı izah edecek başka bir hakikat aramazsınız. Hayatın mucizesi, beraberliğe razıyken attığınız bir son dakika golüdür. Herkes verdiği parayı helal eder, geçmişine kıyar, acısına gülümser. İçkiler son bir tur dönerken bir sonraki repliği çoktan hazır etmişsinizdir: Işığı kapa da uyuyalım.

4 Mart 2009 Çarşamba

The Good, The Bad, and The Bubbly


George Best'in Nottingham Forest'e attığı bir gol vardır. Takriben dört ya da beş defa "evet, şimdi son vuruşu yapacak" der maçı izleyenler. Heyhat, beşinde de geri dönüp aynı çalımı yine atar ve nihayet golü de atar. Futbol için fazla zarif, yaşam için fazla kayıtsız, kadınlar için fazla karizmatik, alkol için fazla tutkuluydu. Karaciğer naklinden sonra karısı Alex'ten kaçıp bir bara sığındığı o hüzünlü resim, hasta yatağındaki perişanlığından daha yürek burkucuydu belki. Hakkında anlatılan ve çoğu tavsayan efsanelerin biri, Güney Afrika'nın Sun City kentinde, aynı gece kainat güzeli seçilmiş olan kadınla yaşadığı halvetliktir. Sözümona servis görevlisi bilmem kaçıncı şişe şampanyayı servis ederken "yanlış neredeydi George" diye sorar. O densiz garsonun bilmediği şey, her alkoliğin kendi benliğinde sürgün olmasıdır ve yanlış giden hiçbir şey yoktur. Van Morrisson'un dediği gibi: "I've been too long in exile, like George Best, baby."


Huzur içinde uyu, George.

3 Mart 2009 Salı

şişede durduğu gibi...


Kim daha iyi verebilir bu işretin hakkını? Rahat ol kızım, evindeymiş gibi hisset...

2 Mart 2009 Pazartesi

Bir Şarap Etiketi Olarak Hans Hartung


Ne içtiğinizi bilin, şarabın etiketini asla gözden ırak tutmayın. Bilinen ilk şarap etiketi XIII. yüzyılın silindir biçimindeki Asur şarap testilerinin üzerinde kullanıldı. 1680'de Richelet'nin Fransızca Sözlüğü, etiketi, bir şeyin ne olduğunu bildiren küçük bir bilet parçası olarak tanımlıyordu. XIX. yüzyılın sonlarına doğru bu gelenek Almanya'da iyice yerleşmeye başladı. Nihayet Fransız şarapçılığında şarabın alameti farikasına, çok özellikli dekoratif sanat unsurlarına dönüştü. Château-d'yquem ve Romanée-conti akla ilk gelen efsaneler. En ünlü Bordeaux sepajlarından biri olan Feret 1974 başında bu geleneğe eklendi. Bu arada, Château-mouton'un sahibi Baron Philippe Rotschild 1924 yılında tuhaf bir akım başlattı ve ilk olarak Fransız ressam Jean Carlu'nün figürünün bulunduğu bir şarap etiketi yarattı. Büyük tartışmalara yol açan bu girişimini üç sene sonra bir kenara bıraktıysa da 1945'te tekrar ele aldı. Sonra da Dali'den Kandinsky'ye kadar onlarca tanınmış sanatçının resimlerini etiketinde kullanan Rotschild, son olarak 1980 yılında ressam Hans Hartung'a yer verdi. Taşizm (lekecilik) akımının benzersiz yaratıcılarından Hartung, resmi anafora dönüşen bir lekenin, bir renk odağının sessiz dönüşüyle, şarabın kızıl buruncundaki ağır ve vakur miskinlikle süzdü yıllar yılı. Şimdi hangi anforanın tortusunu çözseniz aynı leke, aynı iz yakacak sanki dilinizi.

aguardiente


Bu adı taşıyan bir içki yok aslında. Aguardiente adı, belli bir derece aralığındaki tüm içkilerin jenerik ismi. Daha çok Latin Amerika'da tüketilse de İber Yarımadası'nda Portekiz'in kuzeyi ve İspanya'nın Galiçya bölgelerinde de içiliyor. Yüksek alkollü bir içki gamıdır söz konusu olan, geniş oylumlu ve yakıcı. Yine de, meskalin gibi ters ayak üzerinde yakalamaz; bununla birlikte, küçük dilinizi demir bir perçinle kıstırıp "ösofagus" boyunca yamalar açarak ilerler. Midenize vardığında tüm vücudunuzun şakaklarınıza doğru çekildiğini ve kulaklarınızın mantar tıpalarla doldurulduğunu hissedersiniz. Nihayet bir süre zaman geçer ve beyninizin alçıdan bir kütleye, gözlerinizinse silecekleri açık unutulmuş bir araba camına döndüğünü duyarsınız. Zihninizi açar, avuçlarınızı burar ve önyargıları sevmez. Güneşte bırakırsanız kaynar, dolapta saklarsanız kristalleşir, süt gibi kesilir. Ama asıl büyük tehlike elinizde bir adet Malcolm Lowry varken ya da cd çalarda Mingus'un "Tijuana Moods"u tıngırdarken bu ateş suyuna bulaşmaktır. Ne olduğunu fark edemeden kendinizi apaçi kılığında bir karpuz sergisine saldırırken bulursunuz ve bu sadece başlangıçtır.

Gainsbourg Değil, Gainsbarre!


Ölümüne bir hafta kala günde yaklaşık sekiz paket Gauloise içtiği rivayet edilir. Tabii kadehlerce Saint-cyr-l'école tamamlamasa bu öz-yıkım projesini kendisine daha az saygı duyacak değiliz, ama bu hamle ayrıca takdire değer. Göçmen bir ailenin ağzı bozuk, çirkin, ayyaş oğlu, profesyonel ayartıcı, meslekten derbeder. Bonnie Parker'ın biricik Clyde Barrow'u, ozan-şantör. Yetmişlerin sonu olabilir, doktoru bir kadeh daha içerse öleceğini söyler. Tüm sükûnetiyle dışarı çıkıp karşıdaki bistroya gider. Yarım şişe Martell's ile fazla şaraptan kükürt bağlamış nefesini açar. Kollarını kavuşturup barmenin ardındaki boy aynasında kendini seyreder. Eve gittiğinde "Pour un con"u yazar. 1991'de, gözüne giren ışığı bertaraf etmeye çalışırken ölür. O günden beri her gece bir balıkçılın düşüne girer.