skip to main |
skip to sidebar
"Haydi kapatıyoruz" dediklerinde uyuşmuş parmaklarını sönmüş kireç haznesinden, lityum dolu ruhunu kan toplamış dikiş izlerinden, kemiğe kaynamış acıları sakırga nefesiyle tükettiği ömürden çekip ayırdı Dusty Springfield. Hayat denen tatsız şakanın ipini çözdüğünde mi çok içmişti, yoksa her içtiğinde bir dişli mi atıyordu zamandan, kimse bilemedi. Bir derkenar olduğu hissiz boşluk, kılıç pasıyla sildiği gözyaşları, maltız kokan nefesi geçkin hazların, hepsini aynı adla çağırdı. Aya çaput bağlamaya çıkmış kızların ilkiydi, açık yaralarından sambuca içenlerin sonuncusu.
"Sıkıysa güneşe çıplak gözle bak," dedi kız. "Bundan bir kadeh daha var mı?" dedi Raymond. "Bir gün," dedi kız, "ağaçlıklı bir yolun sonunda, geçkin sayılabilecek bir acının suretiyle, kuzgun gözleri gibi göğe işaretlenmiş, yaralarının isliminden çivit gibi akan alkolü tanıdığımda, bu tutsak benliğin, bu karşılıksız iyiliğin, bu gem almaz ilhamın sahibini sorunca verdiler adını. Kısa öykü yazıyormuşsun, tüm derdin sevilmekmiş, önemsiz saydığın bir iki şiir de yazmışsın. Biri eve dönerken kaybolan tıfıl bir oğlan, öbürü nefesinde helmelenen sağır ırmak, ve daha bir sürü şey. Dedim ki, elinde bir cembiye, soluğunda bir elmas kopçayla bekliyor olmasın beni bu izlerin ardında? Usanmasın beklemekten düşkün bir ece uzattı diye yolunu. Hani, vazgeçmesin durduk yere. Ha, bir de, o kadar şeyi tek başına içmiş olabilir mi?" "Aslında," dedi Raymond, "bir ara işler yolunda gitmedi değil." Son bir yudum "petit verdot" kalmıştı kadehinde. "Öyleyse," dedi kız, "biz ölümsüzüz." Ölümsüzüz," diye yineledi Raymond.
Hiç öğrenmediğimiz değil de, unuttuğumuz hangi dilin hurucuydu karanlık bir ısfın eliyle tutup bıraktığın? Hangi acının ezberinde bir fetret buldun da bir kadeh rakının isliminde boğdun onu? Reha bulmadın, tamam, iyi de bu işvenin cevheri hangi istanbulun kayıp kopçasıydı ki sen avcunda onunla doğdun? Bu nasıl bir armağandır, ablaların en güzeli, ülfetin en hasıyla öper rakı kadehinin hiç açılmamış tarhını? Uyan da sor, ne haldeyiz.
Düşmüş meleklerin uğuru da bir yere kadar, parklarda yatıp Ingilizce yazan Alsacelı bir alkoliği kim ne yapsın? Ama bu düşmüşlük bir muskaydı Maxwell'in boynunda. Yeşil kuşanmış elma ağaçlarından daha mutlu olduğunu iddia ederdi, düş yüklü uykuların huzur vermediğini bir de. Kendi haykırışından yine bir haykırışla kovulduğunu düşlerdi. Delilik, derdi, Nisan tazeliğine boğulmuş bir hiperbol aslında. Çocukla kurtizan, diye sorardı, aynı işretin doru halesini sarınmıyor mu? İçki parası için kendi karısını sattığı bir adamın silahından çıkan kurşunlarla öldü. Gafletle günah arasındaki kırık bendi alkolün safrasıyla doldurarak.
Değil mi ki bir koronun heybeti ıssız bir "tuşe"nin kavlak ciğerleri gibi söner, ne kalır geriye? Şimdi sen "Soroçintsıy Panayırı"nı koyduğun yerde bulamıyorsan, Boris Godunov kılığında partiye dönen her mesih ilk içkiye para mı ödeyecek? Hadi ödedi, yarım bıraktığın her "scherzo" bir define haritasının sende kalan parçası olsun, öbür yarının sahibini hangi adla çağıracağız? Yekesi boşalmış bir allegro tutturdun diyelim, şimdi müzikal bir "dimotoiki"nin sınırını sen çiziyorsan, hangi adımla gireceğiz kısmeti bağlı bir ifratın eşiğinden? Çok içtin, Modest Mussorgsky, ilk hasata kadar bitmezse o Hovanşçina partisyonu, kazananı kura belirleyecek çaresiz.
Avernus Gölü kuruyunca nereye gideceksin? Bir brandy için kaç ölçü ispinoz kıkırdağı gerekirdi? Zapata'ya Yankee Doodle dinlettiğin doğru mu? Sorular, sorular... İç Savaş'ta kuzey tahkimatının peşrev toplarına barut süren askerden Pancho Villa isyanını bir kronikçi abadıyla bezemek için gittiği Meksika'da gaibe karışan gazeteciye kadar bin bir farklı kılıkta içti Ambrose Bierce. Hâlâ Amerikan edebiyatının en büyük karamizah klasiği sayılan "Şeytanın Sözlüğü" yaşama dair en etraflı kavram envanteri olmayı sürdürüyor. Tabii ne karsının ölü bedenini toprağa verirken uykuya dalan Murlock unutuldu, ne de Owl Creek Köprüsü'nde asılırken misket saçmalarını sayan Peyton Farquhar. Öldüğünü söylüyorlar, editörü Kral Radamantos'la yeni bir dekalog yazmak için kırk kasa rom karşılığında anlaştığı yalan mı peki? Kurudu diyelim Avernus Gölü, sonra?
Bir İrlanda panteonu yaratmaya Phil Lynott'tan önce niyet eden olmadı. Thin Lizzy'nin o siyahi basçısı, söz yazarı, kronik münzevisi. Gary Moore'la birlikte yaptıkları Black Rose'un şecere ehli dâhisi. Ne Synge'in Batılı playboyu eksikti, ne Joyce'un kaçkın Mulligan'ı, ne her şeyin "en iyisini bilen" George ('Georgie knows best'), ne de IRA bombacısı Brendan Behan. Bir delibozuk hayatın Borstal Boy'u Brendan, ne var ne yoksa içip ölmeden önce, kısılıp kaldığı Laoghaire'in ıstırabını eğirdi yıllar yılı. Liverpool'daki dokları havaya uçurmaya yeltendiğinde, Mountjoy'daki mahpusluğunu anlatırken, veya hasta yatağında kardeşi Brian'ı tevbih ettiği korkunç gülümsemenin tadını çıkardığı sıra, hep aynı şeyi söyledi: "Alkol problemi olan bir yazar değilim, yazmayla sorunu olan bir alkoliğim." O vadesi dolmuş bir Gaelce'nin sırrıyla avunurken, Phil ona hâlâ Black Rose'un kunduz hışmıyla sesleniyor: "Sahi, kaç zamandır neredesin Brendan?"