28 Aralık 2009 Pazartesi

"Bu seneye olmazsa, öbürüne gecikirsin!..."


Alkolün aşındırdığı her beden bir geniş zaman arafında, ağır ağır soğurmuş. En azından Humphrey Bogart'ın öğrettiği bu. Eksilttiği her tutamak ruhunun şeklini alırmış kayıp gitmeden önce. Ne Malta Şahini'ndeki ışıklı azamet, ne Sierra Madre'deki hazine avcısının yalız coşkusu yarışabilirmiş zamanla. Hatta kaynağına kadar iz sürecek olursa, Lauren Bacall'un körpe bedenindeki şafak serinliği bile buz kesermiş tutkuyu bir bulup bir kaybetmekten. Şişenin Dibi, yeni yıl armağanınızı Bogart'ın sesiyle bir ardıç ağacının kulağına fısıldadı bile: "Dünyadaki temel sorun, herkesin birkaç kadeh geride olmasıdır." H. B.

2 Aralık 2009 Çarşamba

"Quebec's Fallen Angel"



The Globe and Mail gazetesi yazarı Linda Leith 13 Ekim 2009 tarihini taşıyan köşesinde şöyle diyordu: "Entelektüel yaratıcılığın bu derece çarpıcı bir fiziki güzellikle iç içe geçmesine edebiyat dünyası tümüyle yabancı. 28 yaşında Booker Prize kazanmış bir Marilyn Monroe düşünün, Nelly Arcan'ı belki böyle tasavvur edebilirsiniz." 36. yaşını süren Nelly 24 Eylül'de intihar etti. O gece bir televizyon programına çağrılıydı. Sonra anlaşıldı ki asıl can alıcı randevu kendisiyleymiş. Montreal sokaklarında sürten Cynthia'nın hikâyesini anlattığı "Putain", ne Anais Nin kadar kefaret delisi ne de George Sand kadar korkak dövüşen, ama kesiklerini alaza tuttukça neşesi kabaran bir fahişenin, bizatihi Nelly'nin menkıbesiydi. Ardından gelen "Folle", o tahripkâr imajın kan kokladıkça uyanık kalan masumiyetini çocuksu bir hazza bürüdü. Hayat alkole değişildikçe renk tutan bir heves oysa. Nelly 24 Eylül gecesi bu sanrının ipek kanatlarını topladı. Şimdi Quebec civarında bir yerde daha yüksekten düşeceği bir yer arıyor olmalı.

28 Ekim 2009 Çarşamba

VDB Gittikçe Arayı Açıyor Ve...


Okulun atletizm takımında dikkat çekti ilkin. Ve ilk kez amcası Jean-Luc fark etti bisikletle arasındaki kozmik ergonominin ışık saçtığını. Sonra üç büyük grand-prix tanıklık etti dehşet uyandıran yeteneğine. Fransa'da Martigny-Annecy sapağındaki kılcal eğimi güvercin yuvalarını bozmadan geçti, İtalya'da Cesenatico'dan Ferrara'ya su sıçratarak Ascolo'daki ikmal istasyonuna topukladı, İspanya'da ise Rivas'tan geçip Kybele Meydanı'na ganimetini sırtlanmış bir Hernán Cortés gibi girdi. VDB diyorlardı ona, herkesin gözü önündeydi. Fransızca konuşan bir Flaman zaten yeterince tuhaftı, ama başka bir hal vardı bu çocuğun üzerinde. 2007'deki intihar girişimine kadar ne bu yaldızlı ufku yırtan bir öz-yıkım projesinden haberdar olundu, ne de içine valium atınca şampanyanın insanı uyanık tuttuğundan. Ekim başında Senegal'e gitti. 12 Ekim'de Saly'deki bir otel odasında ölü buldular. En son bir hayat kadını gördü bisikletçi Frank Vandenbroucke'nin son etaba tok bir iştahla pedal çevirdiğini.

23 Ekim 2009 Cuma

sus artık, ışık ilerisi...


Işıktan sayma sen geçkin yüzünü, eşince karanlık bir ayla olan ellerini sür toprağa. Ne ki, alkol, eğer bir sızıyı gidermezse, gölgesini çoğaltır kanayan hayalin. Şimdi sen Julija diyeceksin, nefesi ketlenmiş kadim bir avurt, antik bir yüz diyeceksin, yalnızlığı ehil bir ukde, gecesi tanış bir heves diyeceksin... Tüm o görkemin avlusu, düşün, nereye döker küskün acısını, Sava nereye akar, usta? Ljubljana desen, taş bellemiş çağıran sesini; şiir desen, çözülmez kopçası o taze sürgünün. Unut, öyleyse, unut içkide eskittiğin sırrı.


"No burden can now hurt my shoulders frail / ... / I dread no thorny path, no irksome trail."

29 Eylül 2009 Salı

Geri Dönmek, Peki, Ama Nasıl?...


Her şey çok değişti, usta, doğru. Önce catenaccio "ayağa" düştü. Topu ısrarla alaca bir dikkatin imbiğinden süzen o "serbest süpürücü", şark hizmetine sürülmüş sakıncalı bir memur gibi şişirdi kadroyu. Hamle tayininde kronograf aksamıyla iş gören sıra neferleri, artık serseri mayın gibi serpiştirilir oldu sahaya. Sonra yoksunluğun dövüşken gururu paranın eştiği bir mikyas çukurundan denize aktı. "Konsantresi" cehalete doydu futbol ehlinin. Her şeyin temize havale edileceği "önümüzdeki maçların" ardı arkası kesilmez oldu. İstanbul büyüdükçe azaldı. Dahası, ne biliyor musun, Krepen'den Ömür Meyhanesi'ne akan temiz kalpli mahfel, Topkapı'yı Sirkeci'ye bağlayan anason fitili, göğün kurnasında renk değiştiren alkol pınarı, yokluğunu kuşanmış bir yüz gibi zamana kapandı. Şimdi, nehir kumuna inci gömmek için açıyoruz her yalancı şişeyi.

24 Eylül 2009 Perşembe

Kıl Kendini Hakikat!...


Doğu ve Batı divanlarının çağdaş okura ulaşırken kat ettiği yol, çoğu isimsiz, kimi nam salmış uğrakların mucizesinde çığ toplayan bir kar tufanı gibi. Sadece kayıp ozanların yazgısı ya da saklanmayı seçen sufilerin tercihi değil, toprağı eşeleyen el kımıltısız bir tarihin irisine kristal bıçkıyla dokunurken çıkan kıvılcım da göz alıcı. Romantik dönemin şahikası Guido Cavalcanti'nin yolculuğu buna bir örnek. Önce Gabriel Rossetti'nin tartımlı, ses uçlarına kunt bir yalpa bağlanmış, müziği sabit hecelerin ıslığıyla kabaran, şairinin matrisiyle ülküdaş çevirisi. Sonra Ezra Pound'un "bol dökümlü", şairinin toy nefesiyle kavlak, acısı geçkin, söz müsrifi tercümesi. İki mülksüz mirasyedinin ılık bir halede yaşattığı tek bir Cavalcanti. Ama daha azametli örnek, Edward Fitzgerald'la (ya da FitzGerald'la) Ömer Hayyam'ın muvacehesi olmalı. Varlığının yok hükmünde sessiz bir ağıla çekilen Fitzgerald'ın, Hayyam'ın kor ezberinde ışığı bulması. İçkinin kırık kadranıyla ayar tutması hayatın. Kelimelerin uğultulu bir sözdeşliğin yankısından taşması, matuh bir yüzün kendi ikizine kapanması ve Fitzgerald'a suret olması Hayyam'dan alınan ölü maskının. "Bir de şarap testisinin yanına sersek namaz seccadesini diyen" İranlı'nın, koygun İngiliz'i işrete çağırışı.

1 Eylül 2009 Salı

Ankara'dan Demir Almak...


Gitar çalışındaki dikkatten kaçmayan tuhaflığın adı sorulduğu vakit hiç tereddüt etmezdi: Crunchy! Punk sahnesinin ağılını var olmanın yarattığı usançla kat etti Joe Strummer. Yola Ankara'dan çıktı, zira babası Ankara'da çalışan Britanyalı bir diplomattı. Kahire ve Mexico City üzerinden Broomfield'a varan güzergâh, bir "front man"in çatallanan yazgısındaki tuhaflıkların kutsal emanet odası şimdi. The Clash yetmişlerin başından itibaren alternatif nahiyenin gerilim hattında yeri geldiği zaman Sex Pistols'ı dahi dışarıda bırakan bir ürkütücü mevziydi. "London Calling"le başlayan ucube tavaf, tüy ve katrana bulanmış bir işretin kutsayan eli yaptı Strummer'ı. Oradan The Mescaleros'a varan veteran kalbi, varlığının taş öğüten yankısını daha fazla kaldıramadı. Bir yaşam kavli olsaydı Ankara, Joe laneti ezbere okurdu.