28 Aralık 2009 Pazartesi

"Bu seneye olmazsa, öbürüne gecikirsin!..."


Alkolün aşındırdığı her beden bir geniş zaman arafında, ağır ağır soğurmuş. En azından Humphrey Bogart'ın öğrettiği bu. Eksilttiği her tutamak ruhunun şeklini alırmış kayıp gitmeden önce. Ne Malta Şahini'ndeki ışıklı azamet, ne Sierra Madre'deki hazine avcısının yalız coşkusu yarışabilirmiş zamanla. Hatta kaynağına kadar iz sürecek olursa, Lauren Bacall'un körpe bedenindeki şafak serinliği bile buz kesermiş tutkuyu bir bulup bir kaybetmekten. Şişenin Dibi, yeni yıl armağanınızı Bogart'ın sesiyle bir ardıç ağacının kulağına fısıldadı bile: "Dünyadaki temel sorun, herkesin birkaç kadeh geride olmasıdır." H. B.

2 Aralık 2009 Çarşamba

"Quebec's Fallen Angel"



The Globe and Mail gazetesi yazarı Linda Leith 13 Ekim 2009 tarihini taşıyan köşesinde şöyle diyordu: "Entelektüel yaratıcılığın bu derece çarpıcı bir fiziki güzellikle iç içe geçmesine edebiyat dünyası tümüyle yabancı. 28 yaşında Booker Prize kazanmış bir Marilyn Monroe düşünün, Nelly Arcan'ı belki böyle tasavvur edebilirsiniz." 36. yaşını süren Nelly 24 Eylül'de intihar etti. O gece bir televizyon programına çağrılıydı. Sonra anlaşıldı ki asıl can alıcı randevu kendisiyleymiş. Montreal sokaklarında sürten Cynthia'nın hikâyesini anlattığı "Putain", ne Anais Nin kadar kefaret delisi ne de George Sand kadar korkak dövüşen, ama kesiklerini alaza tuttukça neşesi kabaran bir fahişenin, bizatihi Nelly'nin menkıbesiydi. Ardından gelen "Folle", o tahripkâr imajın kan kokladıkça uyanık kalan masumiyetini çocuksu bir hazza bürüdü. Hayat alkole değişildikçe renk tutan bir heves oysa. Nelly 24 Eylül gecesi bu sanrının ipek kanatlarını topladı. Şimdi Quebec civarında bir yerde daha yüksekten düşeceği bir yer arıyor olmalı.

28 Ekim 2009 Çarşamba

VDB Gittikçe Arayı Açıyor Ve...


Okulun atletizm takımında dikkat çekti ilkin. Ve ilk kez amcası Jean-Luc fark etti bisikletle arasındaki kozmik ergonominin ışık saçtığını. Sonra üç büyük grand-prix tanıklık etti dehşet uyandıran yeteneğine. Fransa'da Martigny-Annecy sapağındaki kılcal eğimi güvercin yuvalarını bozmadan geçti, İtalya'da Cesenatico'dan Ferrara'ya su sıçratarak Ascolo'daki ikmal istasyonuna topukladı, İspanya'da ise Rivas'tan geçip Kybele Meydanı'na ganimetini sırtlanmış bir Hernán Cortés gibi girdi. VDB diyorlardı ona, herkesin gözü önündeydi. Fransızca konuşan bir Flaman zaten yeterince tuhaftı, ama başka bir hal vardı bu çocuğun üzerinde. 2007'deki intihar girişimine kadar ne bu yaldızlı ufku yırtan bir öz-yıkım projesinden haberdar olundu, ne de içine valium atınca şampanyanın insanı uyanık tuttuğundan. Ekim başında Senegal'e gitti. 12 Ekim'de Saly'deki bir otel odasında ölü buldular. En son bir hayat kadını gördü bisikletçi Frank Vandenbroucke'nin son etaba tok bir iştahla pedal çevirdiğini.

23 Ekim 2009 Cuma

sus artık, ışık ilerisi...


Işıktan sayma sen geçkin yüzünü, eşince karanlık bir ayla olan ellerini sür toprağa. Ne ki, alkol, eğer bir sızıyı gidermezse, gölgesini çoğaltır kanayan hayalin. Şimdi sen Julija diyeceksin, nefesi ketlenmiş kadim bir avurt, antik bir yüz diyeceksin, yalnızlığı ehil bir ukde, gecesi tanış bir heves diyeceksin... Tüm o görkemin avlusu, düşün, nereye döker küskün acısını, Sava nereye akar, usta? Ljubljana desen, taş bellemiş çağıran sesini; şiir desen, çözülmez kopçası o taze sürgünün. Unut, öyleyse, unut içkide eskittiğin sırrı.


"No burden can now hurt my shoulders frail / ... / I dread no thorny path, no irksome trail."

29 Eylül 2009 Salı

Geri Dönmek, Peki, Ama Nasıl?...


Her şey çok değişti, usta, doğru. Önce catenaccio "ayağa" düştü. Topu ısrarla alaca bir dikkatin imbiğinden süzen o "serbest süpürücü", şark hizmetine sürülmüş sakıncalı bir memur gibi şişirdi kadroyu. Hamle tayininde kronograf aksamıyla iş gören sıra neferleri, artık serseri mayın gibi serpiştirilir oldu sahaya. Sonra yoksunluğun dövüşken gururu paranın eştiği bir mikyas çukurundan denize aktı. "Konsantresi" cehalete doydu futbol ehlinin. Her şeyin temize havale edileceği "önümüzdeki maçların" ardı arkası kesilmez oldu. İstanbul büyüdükçe azaldı. Dahası, ne biliyor musun, Krepen'den Ömür Meyhanesi'ne akan temiz kalpli mahfel, Topkapı'yı Sirkeci'ye bağlayan anason fitili, göğün kurnasında renk değiştiren alkol pınarı, yokluğunu kuşanmış bir yüz gibi zamana kapandı. Şimdi, nehir kumuna inci gömmek için açıyoruz her yalancı şişeyi.

24 Eylül 2009 Perşembe

Kıl Kendini Hakikat!...


Doğu ve Batı divanlarının çağdaş okura ulaşırken kat ettiği yol, çoğu isimsiz, kimi nam salmış uğrakların mucizesinde çığ toplayan bir kar tufanı gibi. Sadece kayıp ozanların yazgısı ya da saklanmayı seçen sufilerin tercihi değil, toprağı eşeleyen el kımıltısız bir tarihin irisine kristal bıçkıyla dokunurken çıkan kıvılcım da göz alıcı. Romantik dönemin şahikası Guido Cavalcanti'nin yolculuğu buna bir örnek. Önce Gabriel Rossetti'nin tartımlı, ses uçlarına kunt bir yalpa bağlanmış, müziği sabit hecelerin ıslığıyla kabaran, şairinin matrisiyle ülküdaş çevirisi. Sonra Ezra Pound'un "bol dökümlü", şairinin toy nefesiyle kavlak, acısı geçkin, söz müsrifi tercümesi. İki mülksüz mirasyedinin ılık bir halede yaşattığı tek bir Cavalcanti. Ama daha azametli örnek, Edward Fitzgerald'la (ya da FitzGerald'la) Ömer Hayyam'ın muvacehesi olmalı. Varlığının yok hükmünde sessiz bir ağıla çekilen Fitzgerald'ın, Hayyam'ın kor ezberinde ışığı bulması. İçkinin kırık kadranıyla ayar tutması hayatın. Kelimelerin uğultulu bir sözdeşliğin yankısından taşması, matuh bir yüzün kendi ikizine kapanması ve Fitzgerald'a suret olması Hayyam'dan alınan ölü maskının. "Bir de şarap testisinin yanına sersek namaz seccadesini diyen" İranlı'nın, koygun İngiliz'i işrete çağırışı.

1 Eylül 2009 Salı

Ankara'dan Demir Almak...


Gitar çalışındaki dikkatten kaçmayan tuhaflığın adı sorulduğu vakit hiç tereddüt etmezdi: Crunchy! Punk sahnesinin ağılını var olmanın yarattığı usançla kat etti Joe Strummer. Yola Ankara'dan çıktı, zira babası Ankara'da çalışan Britanyalı bir diplomattı. Kahire ve Mexico City üzerinden Broomfield'a varan güzergâh, bir "front man"in çatallanan yazgısındaki tuhaflıkların kutsal emanet odası şimdi. The Clash yetmişlerin başından itibaren alternatif nahiyenin gerilim hattında yeri geldiği zaman Sex Pistols'ı dahi dışarıda bırakan bir ürkütücü mevziydi. "London Calling"le başlayan ucube tavaf, tüy ve katrana bulanmış bir işretin kutsayan eli yaptı Strummer'ı. Oradan The Mescaleros'a varan veteran kalbi, varlığının taş öğüten yankısını daha fazla kaldıramadı. Bir yaşam kavli olsaydı Ankara, Joe laneti ezbere okurdu.

25 Ağustos 2009 Salı

"Açılın, Ben Doktorum!"


İmdi, ne torbacılar silahla gezer, ne çekirge avından artan benzedrin sana aş olur. İyisi mi, o acı halveti kendine sakla. Yık gümüş bendini sararan hayalin. Bir isim söyle ki her harfin kuluncu yağmur taşıyan bir ıslık olsun. Gecen çıplak bir cibinlik, öğünün yanmış bir anız, yüzünde gölge olsun semafor ışığında okuduğun her suret. Jane'i vururken titremeyen el, Kerouac'ı sorarken aşınmayan ses, bir yol olsun Ginsberg'den Corso'ya varan her çağman.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Her Şeyi Mahvettin, Ama Olsun!


Kimbilir hangi talihsizliğin, hangi tedirgin göçün sabahıydı, içindeki taş ukdenin söze gelmeyip avurtlarında biriktiği. Ruhunun kar yeniği bir ufuk çizgisini kendine dert edindiği ya da... Bomboş bir gökte kıtık soluduğu sesinin. Doğrusu, ne bir ırmak iskelesinin ağılında konuştuk seninle, ne uzak bir hatıra acımızı dindirdi. Yine de, suretlerimizin çalıntı yazgısında uyuyan mehil, yararsızlığımızın kan toplayan mucizesi, bir an olsun eksilmedi kadehin kırık hevesinden.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Karanlık Bir Odada Yirmi Yıl: 1989-2009


Yetmişlerinin başındaki Beckett'in vehmi karanlık bir odada yankı bulmuştu. Kendi sesinin derinliğinde yitip giden o karamsar "pozisyon tayini", "Company"nin kahramanını kuru bir mistrale bekçilik eden o yalız sınırda karşıladı. Oysa henüz yirmi sekiz yaşındaki halinden devşirdiği şirret ve kayıtsız Belacqua, o kımıl kımıl huzursuzluğu alıç rengi bir göğün sacayağı gibi kurdu. Sonraları Molloy'un açık yaralarına kaynayan kaprisli neşenin mahmurluğuyla ovaladı gözlerini. Heyhat, sözcük eğiren bir ömrün iğvası bir kadeh Hennessy'ye yirmi yıldır kimsenin eli gitmiyor. Partal bir gölgeye izini kaybettirmeye çalışırken bu defa fazla uzağa gitti Samuel Beckett.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Sakın Bana "Bird" Deme!


Alkolün yaban ufku insansız bir hatıraya işlidir aslında; bir tuhaf adam çıkar, ellerinden neft içtiği sebepsiz neşeyi, ölüye doymuş kayıp zamanı, acısı körelen tutsak ömrü doldurur varlığıyla. Her kırık notada bir yakut mahzen soluyan Sonny Stitt öyle bir uysallıkla seçti gölgesini. Bastığı her sesin dipsiz bir kuyu gibi döndüğü hafıza çukurlarını oydu kör sabrıyla. Bir işkence yeleği değildi hayat, ama kıvrandıkça ağırlaşan beden bir yüktü kuşkusuz. Kaç zaman oldu, gözleri açık uyuyor.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Doğum Günün Kutlu Olsun!

"Bir güvercin gibi ak
o gizli kıyıda
susadık öğle üzeri:
ama tuzluydu sular.

Sarı kumların üstüne
adını yazdık onun,
ama bir rüzgâr esti denizden
ve silindi yazılar.

Nasıl bir ruh, bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
yaşadık:yanılmışız!
Değiştirdik öyle yaşamayı."

Yorgo Seferis

Çeviren Cevat Çapan

13 Temmuz 2009 Pazartesi

No Hurry, Please!


Sabah kahvaltısını pas geç, peki. Öğle yemeğine yetişeme bir türlü, o da tamam. Akşam yemeği zaten bir serap, ne damağın harelensin ne kollarını kavuştur. Ama bir votka kıyamında dinlenen o taşıl bedeni, alkole batırıp çıkardığın kıtık hafızayı atlama sakın. Perçin çivileri sökülmüş yiv oluklarından tut hayatı, sonra bırak aksın avuçlarından kum gibi, ve taze bir yarayı sönmüş kireçle terbiye et. Tamam, lanet ikindi kahvaltısını da kaçır, kabul!

16 Haziran 2009 Salı

uyan ama artık...


Atın sağrısına inen her ipek kırbaç, Reno'dan Nevada'ya uzanan çöl burcu, halatı sıkmaktan kan toplayan ellerin, "The Misfits"in karanlık ufkuna bir sis çanı gibi yol gösterişin... Kum dolan genzinden bir kaya kilidi söken burbon... Alkolün kristal bıçağı o kızıl irise her değdiğinde, ömürsüz bir tarh gibi çiçek açışın...

12 Haziran 2009 Cuma

Hayat, Bıraktığın Yerde...


Anımsamanın acısı terbiye ettiyse ruhunu, geceyle yaşıtsın belli ki, ehilsin kayıp ilmine ömrünün. Hatırlar mısın, Ekserhiya'da doğup büyümüş küçük bir çocuk vardı. Her gün öğlen okuldan çıkar, koşarak limana gider, ufuk çizgisinin ardında kaybolana kadar kalkan gemiyi seyrederdi. O zaman düşerdi aklına ötelerde bir başka yer daha olduğu. Kimilerinin İskenderiye dediği o ıssız halvette kavuşan ellerin, söyle Kavafis, sığar mıydı ışığın çıplak ferine?

11 Haziran 2009 Perşembe

on est bien peu de chose...

Hangi düşkünlüğün saltanatı sensiz tam olabilir? Düşünsene, küçücük parmaklarınla dokunduğun hangi yüz taş kesilmez sevinçten? Godard'ın kırık kavlini uzak yamaçlara işleyen sen değil miydin? Koca meyhane yanlış mı tanıdı seni? Yine de, eşliksiz bir gecenin uğuru varlığının ılık meyline akarken dur, kameraya bakarak söylediğin son tümceyi yinele: "Ben, Anna Karina, nankör falan değilim, bir kadınım, o kadar."

29 Mayıs 2009 Cuma

Hep, ama hep...





















"Daytime Drinking"


Patrick McGuinness

First sip: gentle as a stream overreaching, supple as a rope-bridge in the air;
The second, long as the creak of floorboards, firm as a leg-iron clasp;
The third: sudden as the trap door beneath you, the rudderless slide back to thirst.

28 Mayıs 2009 Perşembe

bütün, bir, eksik...


Kızıl zahire ambarında bir cinayet işlendiğini ilk o duydu. İlk o ayrı düştü gecesi alkole boğulmuş kaçak avcıların sessiz ülfetinden. Herkes düşünde bir bizon sürüsü görürken bir tek o geçmişini silik hecelerin mahfilinden çözdü. Kâh bir piyanonun başında, kâh Kathleen'in sürdüğü bir arabanın arka koltuğunda, burbon yüklü acısını kar kesiği dolu avcunda taşıdı. Zaman hangi nefti sildiyse, o aynı yüze sığındı. Varlığını delilsiz, garsonu hep yanıtsız bıraktı.

26 Mayıs 2009 Salı

Acıyan Yere Vur!


Genel kanının aksine, Katalanlar sadece Kuzeydoğu İspanya'da mukim bir halk değildir. Güney Fransa'da, merkezi Perpignan olan havali de Katalan yurdu sayılır. O bölgenin ruhu XX. yüzyılda en tok ve gür yankısını Céret'de ilkokul öğretmeni olan bir adamın sesinde buldu: Ludovic Massé. Bu anarşist taşra aristokratı, benzersiz bir mitolog işvesiyle, o arık ve seyrek toprakta binlerce yıllık bir arkaizmin izini sürdü. Söylencenin filigran damarlarında sabırla iş gördü Massé. Büyük merakı şarap oradan oraya savurdu onu. Languedoc'tan Roussillon'a, Coursan'dan Roque-d'Orb'a, her ışıklı bağbozumu onun kayıp arşipeline eklendi. Zamanın cesameti bir nefeslik mehildi Massé'nin sesinde. Son şişeyi bilinmeyen bir yere sakladı.

22 Mayıs 2009 Cuma

Bairro Alto'ya Son Tramvay Kaçta?


Saklanmakla üstesinden gelinemeyecek her şey için bir geri adım daha. Ve hayatın izbesinde durakoymuş bir varoluşun ağırlığı için hep yeni bir safra. Yalnızca dışarıdan izlemenin hazzıydı Pessoa'nın peşinden gittiği. Kimbilir hangi "persona"nın seyrelmiş yazgısına paha biçiyordu durduğu yerden. Belem'deki, Alfama'daki hangi izbe meyhanenin duvarlarıyla konuşuyordu. Yüksek sesle dile gelmeyecek her şey için bir yumru daha, ve taşınmayacak kadar ağır her sır için hep yeni bir sahip.

28 Nisan 2009 Salı

Hangi Dert Daha Derin?


Jane Russell'ın "düşmüş meleği" Russ Meyer, ellilerin Hollywood'unda yeni bir sinema grameriyle (sexplotation) fink atarken, ilahi bir havanın çıngıraklı meleği demişti onun için. "Lookin' for Trouble"dan taşan ilahi ıstırabı Russell'ın sesinde çağlarken duymuştu ilk. Sonra da Jane Russell'ın bir başka zamane ikonuyla tümlenince üst üste üç erkek jenerasyonunun çift görmesine yol açan kariyeri başladı. Bir tarafta heybeti, ifadesini yayan geniş alnı, nispeten daha sınıflı bir "sweater girl" edasıyla Jane Russell, öbür tarafta kapıp koyveren bir cazibe zırhının bile gizleyemediği kadar kırgın, çaresiz, şefkat delisi Norma Jean. "Gentlemen Prefer Blondes"da Russell'ın canlandırdığı Dorothy Shaw, o dönemki cinselliğin karanlık çığırına "payet" yüklü bir tenin ışığını yayıyordu. "The French Line"da erotizmin bağını dizginlerinden çözdü. Sinatra'dan Groucho Marx'a kadar onlarca partnerin ılık gölgesinden kocaman bir vahanın hükümranı olarak çıktı. Çok erken başladı içkiye. Ve kesinlikle çok uzattı.

24 Nisan 2009 Cuma

nasıldı o son dize


Büyük bir avlunun ışığına çıkınca ağarırdı elleri. Hep enez bir çocuk gibi büyüdüğü o yerde, çardağın altındaki kiremit kızılı gölgede beklerdi. Menenjit olunca annesi güneye götürdü onu, ardıç reçinesi kokan Amalfi'de düştü aklına onulmaz bir acının kayıp bir ilkyazı çağırabileceği. Sonra bir kadının kasığındaki ülger eşikte saklanabileceği bir erkeğin. Jeanne ile Paris'te tanıştı. Kızları orada doğdu. İlk kızıl saçlı çıplağı ıstırabını arıtan o Chaillot vahasında çizdi. Teskin edilemez her acının ığılına şarabın gözleriyle baktı. Gecenin kanatlı burcuna adını verdi Amedeo Modigliani.

22 Nisan 2009 Çarşamba

gecenin bir ısfı...


Kadim yalnızlığına tuttuğu bir aynaydı herdem taze acısı. Günleri tarifsiz bir usançla eksiltirken hayata kayıp bir ruhun eşliğinde katıldı. Ama piyanosunun başında bambaşka bir adamdı o. Kimbilir kaçıncı Largactil krizinin düş gürlüğünde tuşların ecinni neşesiydi. Kesif bir bozgunun ağılında gizlenir, sabit bir armoni içindeki bütün tiz aralıklara değer, incecik tümcelerle unutulmuş bir gamın tozunu üfürür, sonra da bilenmiş bir hevesle şişeye sarılırdı. "Keşiş" Thelonius'la beraber en benzersiz ve en tedirgin iki caz piyanistinden biriydi Bud Powell. Yitmişliğine baktığı her uçurum kemha bir tülle örtüldü o öldüğünde.

21 Nisan 2009 Salı

Tek Bir Kusursuz Gül


Başarısız bir izdivaç ve başarısız bir intihar girişimi. Dorothy Parker'ın hangisinden sağ çıktığını söylemek kolay değil. Ancak alkolle arasındaki karanlık işbirliğinin edebiyat tarihindeki en büyük hicivcilerden birini beslediği aşikâr. Yavaş yavaş yüksek sanayi dönemi sonrası bir enformatik cehenneme dönen dünyada kırılgan, savunmasız bir edayla mevzi tuttu. Hayata sakıngan bir yabanlıkla tutunurken martini kadehini ölçüsüz bir evcillikle sahiplendi. Şeffaf bir tülün ardından izlediği dünyanın gececil işvesi kum gibi akıp gitti avuçlarından. Üzerine çiy yağmış tek bir kusursuz gül dindirirdi ancak tüm acılarını.

20 Nisan 2009 Pazartesi

"Vitae Summa Brevis"


Blake Edwards ellili yılların başında JP Miller'ın bir öyküsünden bir film uyarladığında herkes kayıp bir şairin varlığından haberdar oldu. Filme adını veren "Days of Wine and Roses" aslında Ernest Dowson'ın bir şirinden alınma bir dizeydi. Dowson 33 yıllık ömrünü kemiren korkunç karabasanı alkolün kunt sessizliğinde kayda geçti. Bir başka erkeği ona yeğ tutarak hayatını karartan Adelaide, tüberkülozdan genç yaşta ölerek onu bir başına bırakan babası, ve bir gün bir nalçanın cenaze töreninden döndükten sonra kendini asan annesi. Tam yüzyıl dönümünde, tunç bir heceyi yutkunan dokunaklı sesiyle, acısındaki mülhem kehanete doğru yürüyüp gitti:


"They are not long, the weeping and the laughter
Love and desire and hate
I think they have not portion in us after
We pass the gate.

They are not long, the days of wine and roses
Out of a misty dream
Our path emerges for a while, then closes
Within a dream."

Ernest Dowson, Vitae Summa Brevis Spem Nos Vetet Incohare Longam

16 Nisan 2009 Perşembe

evden uzakta...


Şarap tarihinin en eski sepajlarından birinin, beyaz muskat Malvoisie'nin anavatanı fotoğraftaki resim. Atina'nın 300 kilometre kadar dışı, Tripolis'ten gelen yolun bitimi, Peloponnesos yarımadasının en doğu ucu. Bahara doğru koruk yeşili bir göğün altında iplik eğiren kadınların yurdu, begonvil kuşanmış kır meyhanelerinin taşların sabrıyla ördüğü burç, uzak bir epifanyanın yalız neşesiyle seyrelen zaman... Toprağından sürülmüş bir neslin kumdan kalesi. Adı Monemvasia.

14 Nisan 2009 Salı

Havada İkmal...


Bonelli & Ferri ikilisinin ilk kez "ürbanistik" bir peyzajın üzerine işlediği efsane kahramanın adıdır Jerry Drake, nam-ı diğer Mister No. Amerikan Hava Kuvvetleri'nden emekli bir pilotun kesif bir Amazon selvasında geçen serüvenleri yirminci yüzyılın son çeyreğinden beri okurları kendine tutsak etmeyi sürdürüyor. İtalyan çizgi romanında kök tutmuş bir eğilimin yatağını değiştirerek geri planı vahşi batıdan bir asri zaman cangılına taşıyan Bonelli ve Ferri, sonraları bilhassa Tiziano Sclavi'nin katkısıyla daha da derinleşecek bir "kod kırıcı" yaratmayı başardı. Yeri geldiğinde levyesi kilitlenmiş paspal uçaklarla da uçan, kıranta saçlı bir ayartıcı, kırlık bir arafın orta yerinde ufku eşeleyen bir şehirli, ve tabii tüm duyargaları "caipirinha" ya da "daiquiri" ile bilenmiş bir alkol müptelası. Mister No, yaşamının harcını içkisine katık etmiş bir kaçkın olarak, hâlâ parasol kanatlı bir "camper"la Pasifik'te bir günbatımına doğru alçalıyor olmalı.

11 Nisan 2009 Cumartesi

güneşten kork...


Nasıl ki ışık billur bir acının temriniyle ağır ağır tutunuyor, zaman da o düşkün neşeyi öyle arıyor teninde. Sen geç bir kahvaltının izbesinde bekleniyorsun, yüzün buruş kırış, saçların dağınık, sesin tok hâlâ, ama nefesin bir ıtır alacası sanki. Hiç mi eksilmez sesin günlerin uzak burcunda, toprak rengi gözlerinde hiç mi seyrelmez acı? Neyse, kırık bir ayna kaşı düşle, sonra tut ellerini en bulunmaz kimsesizin.

9 Nisan 2009 Perşembe

Hangi Serçenin Eceli?


Ne uzun yol Riazan'daki kır evinden Isadora Duncan'ın kollarına varan... Kimbilir kaç azatlının yolunu kaybedeceği ne ıssız bir söylence hayat... Tüy gibi adımlarla yürüyüp ışığın sırça kanatlarına tutundu Sergey Yesenin. Ne acının uzak bir neslinden geldiği sırdı ne de içkinin koyulttuğu bakışlarında huzursuz bir kavlin uyuduğu. Yarasını ören ilmeği yaşamın kireç alazında eğirdi. Sonra bir gün bileklerini kesti. Ölümü çağırdığı arsız neşeden dikenli bir taç yaptılar. Yazgısının gece bekçisi Mayakovski ardından seslendi: "Sürer mi hiç insan ölümü / tebeşir tozu gibi dudaklarına."

8 Nisan 2009 Çarşamba

Quis Multa Gracilis!


Can sıkıntısı öldürücü olabilir. Büyük bir yıkım ya da ıstırabın tüm acunsal enerjiyi uyanık tuttuğu o dipsiz ürküntüden daha beter bu. Şaşaalı bir geri çekiliş, yansız bir horgörü, ve kişiyi varlığının metafizik beyhudeliğiyle tartan ölçüsüz bir ağırlık. Aydınlığın paspal ecinnisi dört bir yanı sarınca ışık fazla geldi Kurt Cobain'e. Ne garip, tam 15 yıl olmuş! Kurt bedelsiz bir öğüde borçlanıp tüfeğe sarılalı tam 15 yıl geçmiş. Frances 17 yaşında bir genç kız oldu. Krist politikayla uğraşıyor. Dave şimdilerde Foo Fighters adında bir garabetle müzik yapmakta. Courtney'nin üzerine bir ağırlık çöktü. Kurt yattığı yerde minesi dökülmüş bir duvara bakmayı sürdürüyor olabilir. Ama, heyhat, Horatius'un da dediği gibi, "ne ömürsüz şey şu gençlik".

7 Nisan 2009 Salı

Göndermediğin Tüm Mektuplar...


Soluk bir zemine yedirilmiş kırık dökük senkoplarla ne oyunbaz filmler çekti Tavernier. Sözgelimi "L'horloger de Saint-Paul". Polis müdürü rolündeki Jean Rochefort'un tutsak edici performansı nasıl unutulur? Tabii bir de akıllardan çıkmayan "Round Midnight". Alkolik saksofoncu Dale Turner'ı ne saksofonda ne de işrette ondan geri kalan Dexter Gordon oynuyordu. İlk olarak be-bop yıllarında adını duyuran Gordon, bir kır düğünü orkestrasına has bu cavlak melodilerden neyse ki çabuk bıktı. Paris'teki "vedette" yılları müziği kadar alkolle arasındaki sessiz uzlaşıyı da koyulttu. Zamanı adeta bir barış buçuğunun nefes boşluklarında tartımlıyor, orkestra arkadaşlarına daha fazla ritmik aralık bırakıyor, daha ağır ve tok tümceler basıyordu. Tüm o düşüş temposunun içinde avurtlarına dolan ağır havayı alkolün kılıç mührüyle üfledi. Çuhadan bir göğü yırtarak gitti Dexter Gordon.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Söylemek İçin Sus...


İçkiyi bıraktığı gün yazmayı da bırakmak zorunda kalacağından çok korktuğunu anlatırdı Marguerite Duras. Loire Vadisi'nin koruk rengi suları akardı gözlerinin içinden. Taşıdığı vebal, uzak durduğu her bağlaşığın yazgısını sarıp esirgedi bir hale gibi. Dokunaklı, hüzünlü, düşkünlüğünü zırh yapmış bir öykünün ergen hükümranıydı o. Nevers'in menevişlerine yansıyan yüzünde ışıklı bir burç gibi titrerdi zaman. Sahici bir yalnızlık, ölçülü bir kuşkuyla sevdi hayatı. Gecenin topaz alnına son kez değdi gitmeden.

2 Nisan 2009 Perşembe

So Help Me God!


Dinin dünyevileşmesindeki hikmet herhalde yandaki resme tebessümle bakmak. Yeryüzünün en büyük sosyal problemi olan İslam ve onun alıngan müritleri şu kadraj için dünyayı ateşe verirdi muhtemelen. Oysa bir önceki papanın elinde bir şişe Jim Beam'le Paris Hilton'a temas ettiği bu "pin-up" ezberden okunacak en kuvvetli dua gibi. Biz tapınmazsak incilerimiz dökülür, muhakkak bir mabut lazım bize diyenlere, meslekten kullara açık soru: Paris Hilton'u bekleyen cehennem, müslümanlara vaat edilen cennet gibi geç saate kadar açık mıdır?

1 Nisan 2009 Çarşamba

bir gün sen de istersen...


Piyano tuşlarına dokunan ipek kırbaç, Richard Rodgers'ın tek yumurta ikizi, Broadway'in karanlık prensi vs. Lorenz Hart'ı anlatmak ne mümkün! Yarattığı o benzersiz armoninin içinde kaybolmamak hele... "Isn't It Romantic" bir dönemin melankoli nöbetlerinin adıydı. "The Lady Is A Tramp" safra boşalttığı o kızgın liman. "My Funny Valentine" kendi payına bir "obituaire" söylemek isteyen herkesin bağlılık andı oldu. Peki ama "Blue Moon"? En son seksenli yıllarda "Mavi Ay" adıyla gösterilen dizideki Willis&Shepherd düetine gelene kadar Billie Holiday'den Tony Bennett'e, Pedro Vargas'tan Louis Armstrong'a, Ella Fitzgerald'dan Amalia Rodrigues'e dek kuşaklar kat etti. Çok içerdi Lorenz Hart. Alkolün girdabından çekip aldığını ona geri verdi.

31 Mart 2009 Salı

Hiç Yabancı Değil


Resimdeki kent, Türkiye'nin kurtarılmış kentlerinden biri: Tekirdağ. Bulgarca adıyla Rodosto, Yunanca söylenince Rhaidestos. Yüzde yüz yaş üzüm sumasıyla üretilen yerli rakısı dünyaca meşhur. Pek az bilinen bir ayrıntı ise, artık sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen Levanten nüfusunun bir zamanlar Tekirdağ'ı da mesken tutmuş olduğu. Tekirdağ doğumlu Fransız film yönetmeni Henri Verneuil (a.k.a. Achod Malakian) gibi. 1969 yılında çektiği, Alain Delon, Jean Gabin ve Lino Ventura'lı "Le clan des sicilens" o dönemde Amerikan sinemasına "mafioso thriller" olarak tercüme edilecek ve bir "janr"ın yolunu açacaktı. Heterojen, katışık yapısını kaybedip kamplara ayrılan Türkiye'de Verneuil'ün baba ocağını sakınmak hep daha fazla sabır, fedakârlık ve cesaret isteyecek. "Ak" sözcüğünün de hilkati bozuldu. Ama siz rakının ak ufkuyla çizilmiş sınırlara sahip çıkın!

21 Mart 2009 Cumartesi

Duvara Karşı


Yarasında unuttuğu sedef hançerle yaşadı yıllar yılı. Alkolü kesif bir acıdan yetirdiği her gün dudakları seğirdi. Sorulduğu zaman resimle uğraştığını söylerdi. Sonra bir gün saatte 150 kilometreyle bir ağaç gövdesine çarptı. Arabada yalnız olmadığını rapor ettiler. Oysa ölümü üleşilmeyecek bir hazdı Jackson Pollock'un.

20 Mart 2009 Cuma

En Son Seninle Madrid'te...


Alkolün turkuvaz bir cibinlik olduğunu ve içinde çıplak uyunduğunu kim söyledi sana? Düşlerin gümüş bir hale olduğunu ve ağılında deniz kabuğu toplandığını? Düşmüşlüğümüz ne acı bir hatıra, geçmişimiz ne uzun... Las Tres Cruces Sokağı'nda bekleyen fahişeleri hatırlıyor musun? Cenazende hepsi vardı. Koca bir kalyonla gelip sağır bir çığlıkla gittiler.

19 Mart 2009 Perşembe

Sen En İyisisin...


Düşün ki acının izlediği en eski yol senin evine varan patika. Ve düşmüş bir ruhun ıstırabıyla kardeş olduğunu düşün. Ya da düşünme, karşı konulmaz bir akibetin usancıyla tut ellerimizden. Seslerin inceldiği kesif gecede bir avuntu bul. Çekmeceleri kilitle, ışıkları söndür, yap bir şeyler. Kusmuğunda boğularak ölmek sessiz bir meydan okumaydı Bonzo, ne kadar uğraşsak olmuyor.

18 Mart 2009 Çarşamba

New York Herald Tribune!


Saklamak ne mümkün? Gözlerinde açılıp kapanan tayf arzudan okunmuyor. Ama bir sorun var hepimizin bildiği. Nerede düştük ilk? İlk nerede yaşam kav bir hece gibi dağıldı adını anar anmaz? O ilk kadehe uzanan el, alkolün taş bir ukde gibi içimize doluşu. Jean Seberg o el değmemiş güzelliğini içimizden kaçına borçlu kimbilir. "A bout de souffle"un gazeteci kızı şimdi nerede kıyıyor canına? Bilinmez. Onsuz hayata ancak on bir ay katlanabilen sevgili kocası Romain Gary'nin (a.k.a. Emil Ajar) dediği gibi: "Bir kadın için hayatını mahvedebilmek özel bir maharet ister."

17 Mart 2009 Salı

Uzat Elini...


George Bradshaw'un öyküsünden uyarlandı "The Bad and the Beautiful". 1952 yapımı bir Vincente Minnelli filmi. Georgia Larisson'u canlandıran o kadın, içinde dindirdiği her acının islimiyle yeni bir kadehe sarılırdı. Bakışları bir günberi gibi çakılır kalırdı ufkun hışmına. Ağır ağır konuşur, yavaşça hareket eder, ama bir hava çevriminin içinde zarafetle salınırdı. Sonra "Postman Always Rings Twice"ta ipek kırbaçla rol çalışı, "Ziegfield Girl"de gümüş bir sessizlik halesiyle örüşü her sözü... 1995 yılında, kızının deyişiyle, derin bir nefes aldı ve öldü. Adı Lana Turner'dı.

16 Mart 2009 Pazartesi

Büyük Savaş


Bilhassa 1870-1900 yılları arasında Fransız şarap kültürünün en önemli sorunuydu filoksera. Bilinen Latince adıyla "phylloxera vastatrix". Bağ kütüklerine yapışıp oradan yapraklara ulaşan ve tüm yaprakları yiyerek mahsulü yok eden korkunç bir zararlı. İlk olarak konunun tanınmış uzmanları Planchon, Bazille ve Signoret tarafından tanımlandı. Midi'den Bourgogne'a, Champagne'dan Loire Vadisi'ne kadar her yeri kırdı geçirdi. 1873 yılında ABD'deki görevinden dönen Jules Planchon oradan vitis labrusca adında daha dayanıklı bir sepaj getirdi. Kökler Amerikalı, ama üzüm hâlâ Fransız'dı. Sonraları geliştirilen bir aşıyla, 1.6 milyon hektara kadar gerileyen bağ arazisi hızla temizlendi. Bugün Fransa'da geçmişin kötü bir anısı olarak hatırlanan filoksera, bu sıralar California kırmızısına musallat olmuş durumda.

14 Mart 2009 Cumartesi

büyükten küçüğe...


Bir dönemin ruhunu biçimleyen "Yaşamı Kullanma Kılavuzu", Perec'in anlattığı şarap mahzenini kozmik bir tasavvur gibi sunar. Söz konusu yer, Altamont ailesinin kavıdır. Şarapların içerideki düzenini kanonik bir sıralanış gibi görür Perec. Önde sofra şarapları, ardından birkaç şişe beaujolais, sonra côte-du-rhône ailesi, Loire havzasından gelen birkaç beyaz, ardından da sırasıyla cahors, bourgeuil, chinon, bergerac... Gittikçe büyüyen kırmızı bir leke gibi o eşsiz kitabın orta yerinde ışır bu tasvir. Ve Perec varoluşumuza tuttuğu aynanın sırça kaşında hiç eksilmeden yaşar.

13 Mart 2009 Cuma

Büyük Gözaltı


Charing Cross Road ile Shaftesbury Avenue'nün kesiştiği yerdedir The Cambridge. Bir zamanlar MI5 ajanlarının iş çıkışı mesken tuttuğu, bir dönem de sanatçı şürekasının sığındığı bir vaha. Yüksek tavanlar, renkli vitraylar, ve kimi art deco rötuşlar içeren, bar aynalığıyla genişletilmiş bir kutsal emanet odası. Soho'ya olan yakınlığıyla işret hacılarının zorunlu ikmal noktası. Bir gün yolunuz düşecek olursa, girince hemen sağdaki paravanın yanına oturmaya yeltenmeyin. Oranın sahibi var.

12 Mart 2009 Perşembe

tut ki düşmeyelim...


Öyleyse şimdi soralım Reha Mağden'e. Anuk Hanım'ın eliyle çorba içirdiği adamın yaşına gelene dek hayatta kalmak şart mıdır? İlk kadeh dolarken açılan gedikten içeri az da olsa ışık girmez mi? Hangi acının meylidir ki mutluluktan bir nebze sebeplenmiş olmasın? Hangi yurtsuzun düşünde uyanır geçmiş tüm sarhoşlukların muvakkiti? Ve elinle sevdiği adama teslim ettiğin her kadın, kaybettikçe bulduğun bir vaat değil midir? Huzurla uyu.


"I've little else to give

what thou canst easy try

the lesson how to live

is but to learn to die."


John Clare

11 Mart 2009 Çarşamba

Garson, bir pulque daha!...


Giovanni Guareschi adını şimdilerde pek kimse bilmez. Oysa, yarattığı iki grotesk kahraman, yani kurnaz din adamı Don Camillo ile papazlık yaptığı kasabanın komünist belediye başkanı Peppone daha altmışların ikinci yarısında Türkiye'de tanınmıştı. Ve tabii Guareschi'nin Meksika fantazmasının çarıklı asilzadesi Inigo Grigo. "Soylu olmak zor zanaat" diye semt meyhanesini pas geçip doğruca Imperial Oteli'nin barına giden ve içtiği "pulque"ler yüzünden lobide otuz sene ayakkabı boyacılığına mahkûm olan Inigo Grigo. Pulque mi nedir? Sabır otu ya da sabırlık diye de bilinen agave bitkisinden mürekkep mayalı bir içki. Orta Amerika'nın kadim birası. Octli tanrısının papara harcı. Ebedi muhalif Guareschi ve efsanevi mizah gazetesi Bertoldo artık yok. İyi ama, Montale, Shakespeare ve Kafka da fena değil, ancak hayata dair en özlü akideler hâlâ çikolataları sardıkları yaldızlı kağıtlardan çıkıyor diyen ustanın yakarışı unutulur mu: "Hanımefendi, bir dileğim var, bana benden söz eder misiniz?"

10 Mart 2009 Salı

Yarını Bekleme!...


1955 yapımı bir "tour de force", alkol üzerine. Her ne kadar didaktik bir bilmişlikle bu korkunç illetin sonunu Protestan bir selamete bağlasa da gözden ırak tutulmaması gereken çok şey var. İlki Sam Coslow'un ünlü bir bestesi olan, filmin müzikleri içinde ayrı bir yere sahip "Sing You Sinners". 1930'ların ünlü "upbeat" korosu High Hatters'ın Frank Luther'ın sesiyle meşhur ettiği bir vodvil klasiği. İkincisi, yaşamı filme konu olan, tanınmış "kadın alkolik"lerden, aynı dönemin benzersiz sesi Lillian Roth. Nişanlısının düğün tarihinden bir hafta önce ölmesi üzerine ilk kez bir yudum aldığı içkinin hayatını tersyüz edişi. Tabii Bakkhacı bir neşeyi "demonyak" bir düşmüşlükle değişen alkoliklere hiçbir hakiki alkolik saygı duymaz ama yine de Lillian Roth'un o eşsiz sesine selam olsun. Son olarak, olağanüstü bir Lillian Roth kompozisyonu çizen Amerikalı aktris Susan Hayward. Bakışlarındaki derin tasallut bu denli aşina olmasa, belki de hiçbir şey bir kez olsun dönüp bakmaya değmezdi.

9 Mart 2009 Pazartesi

gecikirsen haber ver...


Da Vinci'nin "uomo universale"si her şeye eli eren bir zanaat hominisi değildir elbette. O, elinin erdiği her şeyi yalnızlığına katık etmiş bir ahir zaman çırağıdır. Olgun acılarının kıratında öyle yanıp durdu Sacha Guitry. Bir yazar, bir orkestra şefi, bir tiyatro yönetmeni, bir aktör olarak üstlendiği rollerin her biri berikileri gizlemeye, unutturmaya yarıyordu ya da. Hiç kimseden kıskanmadan sevdiği bir şişe Meudon ya da Ivry, Guitry'nin içindeki ne büyük bir kabilenin ganimetiydi kimbilir. Belki de yükünü paylaştığı nispette çoğalan bir mahremiyetti aradığı. Ne olduysa oldu, Sacha Guitry bir gün öldü. Tam beş kez evlenmiş bu büyük "misogyne", avcundan kayan son kadın elini ölçülü bir vedanın katıksız doğruluğuyla öptü.

6 Mart 2009 Cuma

Bir El Ver!


Küçük bir duvara iliştirilen bu ilan Viyanalı anarşist arkadaşlarımızın işi. Fotoğraf kıytırık bir cep telefonuyla çekildiği için son derece hızlı altı shot viskiden sonra dünya nasıl görünürse öyle görünüyor. Verili hakikati çok sıkıcı bulan anarşist arkadaşlar da onu söylüyor zaten. Bakmanın ve görmenin tek bir yolu yok. Hayat bir alacak-verecek hesabı, bir kâr-zarar bilançosu, bir siyah-beyaz temaşası değil diyorlar. Alkol, kendi gerçekliği baskın çıkana dek her toprağı eşeler, bütün sunturları zıvanasından sıyırır, pişmiş aşa su katar diyorlar. Bir hayali fenerdi zaman, artık o da yok, geriye bir tek kinesthesis kaldı, onu da dün çorbada kullandık diyorlar. Salak hallerinizdeki istikrar hepsini kıskandırıyor. Sadece kalabalık değil, sersemsiniz de. Mübarek Cuma. Çıkın bir şeyler için.

ekinoks!


Gün-tün eşitliği diye bir kavram vardır ya, unutun gitsin. Gece ve gündüz farkı her dem taze kalsın!

5 Mart 2009 Perşembe

üç kişilik aşk


Barda kurulan ilişkilerin benzersiz faziletlerinden biri, hayatın beklenir kıldığı hiçbir şeyin gerçek olmadığını kavramanızdır. Bu da daha gerçekçi bir insan olmanızın ilk adımı sayılır. Yalnızlığınızı izah edecek başka bir hakikat aramazsınız. Hayatın mucizesi, beraberliğe razıyken attığınız bir son dakika golüdür. Herkes verdiği parayı helal eder, geçmişine kıyar, acısına gülümser. İçkiler son bir tur dönerken bir sonraki repliği çoktan hazır etmişsinizdir: Işığı kapa da uyuyalım.

4 Mart 2009 Çarşamba

The Good, The Bad, and The Bubbly


George Best'in Nottingham Forest'e attığı bir gol vardır. Takriben dört ya da beş defa "evet, şimdi son vuruşu yapacak" der maçı izleyenler. Heyhat, beşinde de geri dönüp aynı çalımı yine atar ve nihayet golü de atar. Futbol için fazla zarif, yaşam için fazla kayıtsız, kadınlar için fazla karizmatik, alkol için fazla tutkuluydu. Karaciğer naklinden sonra karısı Alex'ten kaçıp bir bara sığındığı o hüzünlü resim, hasta yatağındaki perişanlığından daha yürek burkucuydu belki. Hakkında anlatılan ve çoğu tavsayan efsanelerin biri, Güney Afrika'nın Sun City kentinde, aynı gece kainat güzeli seçilmiş olan kadınla yaşadığı halvetliktir. Sözümona servis görevlisi bilmem kaçıncı şişe şampanyayı servis ederken "yanlış neredeydi George" diye sorar. O densiz garsonun bilmediği şey, her alkoliğin kendi benliğinde sürgün olmasıdır ve yanlış giden hiçbir şey yoktur. Van Morrisson'un dediği gibi: "I've been too long in exile, like George Best, baby."


Huzur içinde uyu, George.